Temmuzun serin sayılacak bir Pazar sabahında Milas’ın Bereketli topraklarında gezerken rastladım 2 kaplumbağa yavrusuna…
Biri daha bebek diğeri biraz büyümüş 2 kaplumbağa yavrusunu izlemeye dalınca düşündüm;
Çocukluğumuzda okuduğumuz tavşanla kaplumbağanın hikayesi geldi akılıma. Sırtında ağır bir yük(evini) taşıdığı için hareketleri yavaş olsa da kaplumbağa gibi azim, kararlılık, gayret, mazerete sığınmama ve çalışkan olmak gibi meziyetlerle hedefe ulaşmanın, başarmanın mümkün olduğunu. Tavşanın şımarıklığının yanında ‘’varamazsam da yolunda ölürüm’’ boyutunda ki inanmışlığın ve tevazuunun mutlak kazandığını…
Doğal bir gerçeklik olan kartal ve kaplumbağa hikâyesinde ki gibi bu kaplumbağalarda bir kartala yem olurlar mı dedim kendi kendime. Doğada acıkan bir kartal güçlü pençelerinin arasına kaplumbağayı yerden kapar ve havalandırır. Çıkacağı en yüksek irtifaya çıkınca kartal kanatlarını iyice açar, süzülür uçsuz bucaksız gökyüzünde. Kaplumbağa da uçmak ne güzelmiş, kartal ne kadar iyi niyetliymiş diye düşüne dursun… Kartal en yüksekte pençelerini açar ki hızla yere çakılacak kaplumbağanın sert kabuğu kırılsın diye. Yüksek irtifadan yere çakılıp paramparça olan kaplumbağanın başına konan kartal ilk ciğerini yer, sonra tüm etlerini. Kartala kızmaya gerek yok her canlı yaşamak için yemek zorundadır. Yani fıtrat değişmez, her şey aslına çeker ve aslına döner…
İran’lı sinema yönetmeni Bahman Ghobadi’nin, “Kaplumbağalar da Uçar” filmindeki sahneler gözümün önüne geldi. Agrin, Riga ve Hengov... Savaşın paramparça ettiği hayatlarına kaldığı yerden asla devam edemeyecek olan 3 çocuk... Çocukların etnik kökenleri ya da filmin politik mesajı hiç umurumda değil. Mayın tarlaları içinde büyüyen hatta geçimlerini bölgedeki mayınları toplayıp satarak sürdüren çocukların, bedenleri gibi paramparça edilmiş hayatlarıydı benim için önemli olan. Savaş politikalarına kurban edilen tüm masum dünya çocuklarına ithaf edilen bu film o kadar derinden etkilemişti ki beni her aklıma düşüşte gözlerim dolar. Savaşı, kavgayı değil ille de barışı ve diplomasiyi aramalı artık insanlık…
Türkiye’nin en ünlü tablosu olan Osman Hamdi Bey’in 1906 yılında resmettiği ‘Kaplumbağa Terbiyecisi’ tablosu düşmez mi hiç aklıma. O eşsiz eser de terbiyeci olarak tasvir edilen derviş ressamın kendisinin yaşlanmış haliymiş. Osman Hamdi Bey bu eserinde geri kalmış bir toplumu çağdaşlaştırmaya çalışan bir aydının yorgun hâlini anlatmaya çalışmış, kaplumbağaları eğitirken kullandığı yöntem sanatın başka bir dalı olan müzikmiş. Sıvası dökülmüş duvarlar “çağdaşlaşmak istemeyen toplum” anlatısını yansıtırken, dervişin umutsuz ve yorgun haliyse, ‘derviş sabrı’ denilen o yüce duygunun dahi sınırlı olduğunu anlatmaktaymış. Sahi kaplumbağa terbiyecisi diye bir meslek var mıydı?
Elbette yok.
Dünyanın güzelleşmesi, iyiliğin kazanması adına kaplumbağa terbiyecisi gibi verilen emek, gösterilen sabır o kadar yorucu ve yıpratıcı ki.
Bulunduğu hayattan, sarmaldan, çıkmak istemeyen sürekli mazeretler arkasına sığınan insanlar, toplumlar için çırpınmak anlamlı mı?
Hasta olduğu halde tedaviyi kabul etmeyen, üst üste aynı hataları yapıp üstüne kendini haklı görüp küstahlaşan bireylerin düzeleceğine inanmak mantıklı mı?
Tolstoy diyor ki; Bir insana devamlı iyilik yap, göreceğin tek şey muazzam bir nankörlük.
Bu kadar nankörlük ve samimiyetsizliğin kol gezdiği Dünya’da TOSBAĞA terbiyecisi olmaya gerek var mı?
Dünya insanın aynasıdır, yaşadıkları kalbinin yansımasıdır. Ne ekerse onu biçer insan. Doğa yada Tanrı acımamış biz Tanrı’dan daha mı şefkatliyiz?
Yoksa her şeye rağmen bizde insanız İNSAN’a Değer, Yaşadığım DÜNYA’ya ve ÜLKEM’e Değer,
MİLAS’a Değer mi demeliyiz?
Ben kavalı mı sırtıma alıp DELİ ÇOBAN olarak biraz daha düşüne durayım…
Siz şimdilik kalın sağlıcakla…km
17.07.2022 Pazar-Milas/Kuzyaka Mah./Milas Bereketi Doğal Yaşam Alanı
Dr. Ferat YÜKSEL